28 Aralık 2011 Çarşamba


bir geceyarısı
usulca
pencerenden dışarı bak
göreceksin
köşebaşlarında
nöbet tutuyordur gözlerim...
öyle kolay değildir
seni sevmek...
sokağındadır ayak izlerim ve
sendeyimdir ben...

soğuk bir geceydi. kendimle başbaşaydım. yıldızları işliyordum. yıllar öncesinden bir yıldız seçmiştim gökyüzünde. benim için gecenin en gizemli, en güzel noktasıydı o. yalnızdı. bir köşeye atılmış gibi durmanın ne demek olduğunu bilirdim. sanırım o da biliyordu. sevecen bir kadın gibiydi. onunla konuşmayı biliyordum. onunla konuşmayı seviyordum. yapayalnız olsa da güneşin ışığını taşıyordu ve kimsenin umrunda olmasa da cömertce dağıtıyordu etrafına. birbirimize benziyorduk yani... eski bir dostumun cümleleri çınlardı kulağımda, yıldızla her konuşmamızda... "hiç istemediğin anlarda, yalnızlığına yalnızlık katıldığında, aklın yeni sorularına eski yanıtlar verirken, sakın vazgeçme, içinde taşıdığın taze ve sonsuzmuş gibi hissettiğin umutlarından. hiç beklemediğin anda hayallerin gerçek oluverir. ve hiç beklemediğin bir anda sen yeniden sen oluverirsin"... o soğuk gecede yıldızım ve ben, gecenin derinliğinde beraberdik. birden ürperdim. rüzgarla gelen sendin... küçük ellerinle kapıyı çaldın yavaşça... hemen içeriye aldım seni. üşümüştün, susamıştın. soğuktan titreyen dudakların açılıp kapandıkça içim gidiyordu. büyülenmiştim...seni anlıyordum.. aynadaki yansımam gibiydin...

27 Aralık 2011 Salı


tek kaygım, sıradanlığın içinde yitip kaybolmak. öyle birşeyler yapmalıyım ki hergün yaşadığımı hissetmeliyim. bunun için de, hergün değişik birşeyler yapabilmeliyim. ama nedir bu? nedir bir insanın hissederek yaşaması. bunca insan nasıl yaşıyor? bu insan selinin içinde kimbilir kaç tanesi mutlu? kaç kişi severek yürüyor bu yolları? yoksa merdivenleri hızlı hızlı yürüyenler mi?
ya ben? ya ben neden böyle ağır ağır çıkıyorum bu basamakları? koşmalı... bir an evvel son basamağa ulaşmalıyım..ya sonra? sonra nereye gideceğim ki? koşarak gidecek bir yerim var mı? nereye gidebilirim ki? ben nereye gidebilirim?
insanın gideceği en son yer neresidir? bir sonu var mıdır bu merdivenlerin? ağır adımlarla yürünen yokuşlu merdiven bitiyor. insanların herbiri bir tarafa dağılıyor. son basamakta yorgunluk çıkarırcasına oturuyorum. gelip geçenlerin gözleri üzerimde. gözleriyle beni sorguya çekiyorlar. gördükleriyle yargılayıp karar veriyorlar. eminim bundan. aldırmıyorum o bakışlara. o bakışlarda kendimi sorguya çekmiyorum. o bakışlar için kendime çeki düzen vermek istemiyorum.
son basmakatayım. ve en son nereye kadar gidebileceğimi düşünüyorum. bunu, bugüne kadar hiç düşünmemiştim. kendimi hiç anlatmadım doğrusu bugüne kadar kendime. düşlerimi bile anlatamadım biliyor musun?
hergün birşeylerin peşinden koştum ama, günün akşamıonda, günü sorguya çekemedim. düşlerim havada asılı kaldı. belki de korktum sorular sormaktan kendime. ya senin düşlerin? sen düşlerine ulaşabildin mi? bitmeyen özlemlerin var mı içinde? huzuru dolu dolu yaşayabiliyor musun içinde? unutuldu sanılan, beklenmedik bir anda külleri dağılan, ateşe kesiliveren anıların var mı?
içinde gizli gizli büyüdüğünü fark ettiğin düşlerin var mı? yaşadığını tekrar yaşamak ister misin? uzun zaman hatırlamadığın, bittiğini sandığın geçmiş anılarını hatırladığında, unutmanın mümkün olmadığını kabul edip, meğer ki bütün yaptıklarının, yapacaklarının seni özlemlerine koşturan bir güç olduğuna inandın mı?
hayallerin, bitmeyen özlemlerin insanı zorluklar karşısında nasıl da kamçıladığını, binbir güçlüğü yenecek gücü verdiğini yaşadın mı hiç? bitmeyen özlemlerin var mı senin? düşlerinin güzelliğinde, gözlerini kapadığında olmasını istediğin dünyayı görebiliyor musun? kapalı gözlerinin içinde gülümserkenkendi yarattığın dünyanda, gözkapaklarını aralamaktan korkuyor musun? biliyorsun değil mi? o zaman yok olacak yarattığın tüm güzel şeyler!
düşlerinin sıcaklığında, güncel yaşamın içine düşmek mutsuzluk yaratıyor mu?
yoksa, hiç düşünmemek daha mı iyi, hiçbir zaman gerçek olmayacak şeyleri? hiç hayâl kurmamak, gözleri hiç kapatmamak daha mı iyi? her günü, gün ışığının tam karşısında gerçeğini yaşamak daha mı gerçekçi?
yoksa sen, gün ışığının ortasında yaşanan pislikleri, acıları, ağlayışları, kandırılmaları, beyazın ortasındaki siyah noktaları, geceleri temizleyip, böylece günü yaşanabilir mi kılıyorsun? geceleri kapanan gözlerin ardında, rüyalarında mı yaşıyorsun ulaşamadığın özlemlerini, bitmeyen düşlerini?
yoksa senin özlemlerin yok mu? unutuldu sanılan, beklenmedik bir anda, bir şarkının ortasında canlanıveren? yeniden delicesine özlenen, saklı kalmış anıların...
ilk sevdan da mı yok senin, hatırlamak istediğin? bir anda bütün benliğini saran, seni altüst eden, içine birşeyler eken biri olmadı mı? bir daha göremeyeceğini bildiğin halde, birilerini sevdiğin, hatta tutkunu olduğun günlerce onu düşündüğün olmadı mı hiç?
yoksa sen hala sevgi dolu değil misin? yüreğin davetsiz aşklara açık değil mi? ilk sevdiğin insanı da unuttun öyle mi? uzun zaman aşktan uzak kaldın ha?
durgun bir halde mi çıkıyorsun merdivenleri? acelen yok öyle mi? önündeki insanın ayak izlerini gözlüyor, belki de aynı izlere basmaya özen gösteriyorsun...
biryerlerde oturup birşeyler düşünüyor musun? gözlerini kapatıyor musun kimi zaman? yoksa hep güneşin karşısında , ay ışığını özlemeden mi yaşıyorsun?
ama gözlerini kapat arada bir... bir kez olsun kapalı gözlerle gör dünyayı. belki de hatırlarsın o zaman, kapalı gözleriyle güneşi görebilen insanları. kapat gözlerini hadi. bakalım ne göreceksin?
elbette kolay değil. biliyorum... kapalı gözlerin ardında yaratılan dünya ile güneşin karşısında güncel yaşamı birleştirebilmek...
sen en iyisi yum gözlerini arada bir sevgili...

bir sonbahar başlıyor, sararmış yapraklar içimize dökülürken... düşler sokağı bıraktığın gibi... yeniden anlamlandırılan sözcükler dökülüyor kağıda, bu sekizinci mektup bu gece sana yazılan...
anılarımı savurdum denize, şairin dediği gibi "belleksizim artık", soğuk bir rüzgar üşütüyor kenti. seni arıyorum. saçlarını döktüğün masada, bileğime dayadığım bıçak, ayın yüzünü kanatıyor. yüzüne sığmıyor gözlerin...yolcusun... gökyüzü daracık, sokak ıssız, yırtık afişlerin üstünde yangın merdivenleri başlıyor... yerini bulamamış bir nehir köpürüyor akşamın sessizliğine, seni arıyorum...ihanet dediğimiz dostluğun öbür adı, kaçabileceğim o son vahayı da keşfediyorlar. korkuyorum, öyle bir yalnızlığı işliyor iğneler mavi renklere... yeşil oluyor gözlerin, suyun sesinde büyüyen bir titremeyle...düşler sokağının beyaz kedisi, şarkıların sesiyle atlıyor duvarları...
gittikçe solan bir çiçek bekliyor vazoda, dostluklar ve aşklar ihanetle bitiyor...mendilin kanaması acıdan, ardından gökgürültüsüyle çoğalıyor yağmurlar... şimdi yağmur zamanı... ellerine sığın... çünkü onlar yarını yaratacak güzellikler toplamıdır; senin gerçek aradıklarını sıcaklıklarında büyütürler. yumuk, yumuşak ve incedirler ama güçlü, üretken ve devingen oldukları için bir sevgilinin yakalanamayan soluğuna sığınmak yerine kendi varlıklarıyla koşarlar, taze bir çiğdem dalındaki çiğ tanesine... açılan her taç yaprakta gizlenen ılık kokusu yeni bir yarının müjdecisidir. yarın ellerindedir ve ürkek bir saka kuşu yalnızlığıyla sığınacak bir çatı aramaktadır. koru onu kendi yağmurlarından; o yağmurlar ki ne senin ne de onun düş dünyasında büyüttüğü yabanyemişidir...
tam tersine her yağmur kendi içinde barındırdığı hüzün kadar da romantik uyanışların öyküsüdür ve olmak zorundadır.
artık aç ceplerini... o minicik ellerini değil, ceplerini dolduracak akide şekerleriyle geldim sana... ki onları kendi tekilliğimin gizemli geçmişinden; sokaklardan ve en büyümüş çocukluğumdan çalarak getirdim. kimbilir, aykırı mevsimlerine bir tadımlık yağmur kokusu olur da, korkunun getirdiği uykusuz sabahlarda çözersin kendi çelişkilerini.. şimdi yağmur zamanı, sen yoksun...
dök saçlarını omuzlarıma çünkü yağmur, çünkü hüzün, çünkü acı ve çünkü öfke... şimdi yağmur zamanı, sür sevinçlerini sevgi dağlarıma...
yağmur dolduruyorum ceplerime, sonbaharda düşler sokağında... yarınlar sahipsiz, kan hışımla doluyor yüreğe... yağmur yetmiyor, deniz dolduruyorum gömleğime...
yüreğim çoğul bir hüznü tamamlıyor simsiyah kalem izlerinin yasıyla. yüreğim, kanayan bir nehrin çıkış noktası...sonsuz akışın önünde intihar eden meleğin yüzü. o kırkınlığın kıyısında ağlayanın kim olduğunu bilmiyoruz elbette...birgün düşler sokağında otururken sana yazdığım şiirler kuş olup uçuşacak çevrede. güller olacak masalarda ve o kusursuz aşkın sözleriyle konuşacağız...
siyahla beyazın, o iki zıt rengin birleştiği zamanda çözeceksin saçlarını, gözlerinde uzaklarda kömür karası. seni araken yüreğim, sözcüklerin yasına susacaksın, ege uzak bir iklimin buğusunu saracak omuzlarına. bir bilinmezliğin ardında adınla başlayan şiir susacak, boydan boya hüzünken ege, seni susacak geceler, sihirli bir sözcüğün uçan halısına binip gideceğim.
gece başlıyor, sonsuzluk takılıyor oltamıza. düşler sokağından geçen bir dolmuşa bindiriyoruz herşeyi. kılpayı ölümler taşıyoruz yanıbaşımızda, yarın dediğimiz şey yalan biliyorsun, kin ise içimizi temizleyen ırmak. yüreklerimizde büyüyen o yalnızlığın pası sıvanıyor kente, içim sıkılıyor.
son dizesinde kaldığım şarkının yinelendiği yerde başlıyor şiirin kanaması. çiğ ışıklar çoğalıyor akşamlara ve işte orada büyüyor o solgun fesleğen...

işte yine kurguladığım tüm görüntüler, kötü, sarı bir ışıkla aydınlatılmış gibi çirkin. kulağımı hazırladığım bütün o sözler sanki kötü vurgulamalarla, ifadesiz seslerle anlamsızlaşmış. bu ışık, bu sesler altında yaşayamam... yavaş yavaş ölüyorum. acaba öldüm mü diye nabzımı dinliyorum. farkediyorum, kalbim atmıyor artık, yerinde sayıyor, demek ki birşeyleri bekliyor. ölümü de hiç kimse bulamayacak. bu da farklı bir ölüm... hiçbirimiz, her birimizin yavaş yavaş öldüğünü bilemeyeceğiz...evet, ruhlarımız dolaşacak; ama ne cennette ne de cehennemde, hiçbir yer olan bu yerde...
şimdiye dek neden ölmediğimi düşünüyorum. çünkü hep kapımı açanlar oldu. bu hep böyle mi sürmeli diyorum, ölmemeyi kendi başıma beceremez miyim? insan hep açılan kapı seslerini kollayarak daha ne kadar yaşayabilir? hep böyle yapıyorum...kollamakla da kalmıyorum, kafamda her çeşidini tasarlıyorum... ama ne kadar güzeller, kendimi kutlamalıyım...kulaklarımı öyle güzellerine hazırlıyorum ki! belki gerçek dünyada hiç yok o sesler, hiç varolamayacak. ama bundan sonra da olmayacağına inanamıyorum her nedense. bu inancı desteklemek için, sözgelimi ben şimdi burada yakınıp durmak yerine kalkıp kapımı açsam, o tasarladığım seslerden biriyle, bal gibi vardır işte, diyorum. o zaman bir ses kötü gülüyor. evet bu ses te benim. duyan olur mu acaba, diyorum. ses yine gülüyor.niye bu sesi alıp kendime katmayayım? devam ediyorum... ne alıkoyuyor beni kendimi sokaklara vurmaktan? sokakların kapısı yok. ne uzun yolculuklara çıkabilirim, kimbilir açılması olan kaç kapı görürüm... elbet biri de gerçekten açılır... yerimden kalkıyorum, yürümeye başlıyorum... bir yandan da titreyen ellerime bu işin ne kadar basit olduğunu anlatıyorum. usulca mı yoksa gürültüyle mi açacaklarını soruyorlar, sinirleniyorum. yıllardır bu iş için hazırlandım, herşey kendiliğinden olacak diyorum. içimden de eğer böyle titrerlerse beceremeyecekler diye geçiriyorum. sonra titremeleri geçsin diye düşlerimizin hepsi bizi bekliyor dışarıda diyorum. yararı oluyor. kapıyı başarıyla açıyorlar... evet, çıkan ses tasarladıklarımın en güzeli... dışarı çıkıyorum... düşlerimin hepsini tek tek topluyorum, önce kapımın önündekileri, sonra tüm kapalı kapılar önünde bıraktıklarımı, hepsini içime alıyorum. artık yolculuklara hazırım..çok uzaklara giderim, çok yakınlarda dolaşırım, ama kendimden uzaklaşmam hiç, belki senden de....

26 Aralık 2011 Pazartesi


"sevmek...sevgiliyi bir beyaz güvercin gibi avuçlrarına alıp okşamak ve yüreğine bastırıp korumaktır. ama sevgiliyi daha güzel ufuklar bekliyorsa onu salıvermektir... onun uçsuz bucaksız gökyüzünde kanat çırpışlarından haz duymaktır... onun kendisinden uzaklaşmasına üzülmek değil, gerçeğe uçmasına, hakikate yaklaşmasına sevinmektir. " beni bırakıp nereye gidiyorsun" demek değil; "gittiğin yerlerde seni dualarımla koruyacağım" diyebilmektir"...

sende açıyor tüm gece çiçekleri, kıskansa da yıldızlar tüm gece çiçeklerinin kokusunu senden almaya devam edeceğim...aşk bir kere düştü ya aklıma herşey faydasız..seni istiyor yüreğim..kırlangıçların tedirginliği var bende bugünlerde... yaşama sevincimsin bugünlerde... biliyorum sen de hoşlanıyorsun benden...ama ben yüreğimi açıyorum sana...tüm kapılarımı açıyorum...mutluluğun anahtarısın sen...hadi gel bana masal perisi....

tenimin çığlıklarını dinliyorum şimdi, bir düş örtünüyor üstüme... karanlığın hırsız karaları öpüyor çıplaklığımı, bırak her açlık kendi yokluğu ile yargılansın, tenim istiyor seni, başka kalıntılar bulmak istiyorum bedeninde, kazmalıyız birbirimizi diyorum ben. dinlemelisin içinin doruklarını, sendedir o son nokta... bir sokak aralığı sevişmesi bize hasret... seninle bir ağaç altında sevişeceğiz ya da hiç bizim olmamış evler aralığında, kirli taşlar yalnızlığına uzanacağız, hep oracıkta sevişeceğiz... onca sözler çılgınlığına çağıldamış bir masanın kenarında içeceğim seni, ilk kadehler susuzluğu ile ve bir sandalye ıssızlığı paylaşacak çığlığımı, hemen şimdi! durmaz bu bedenler böyle, iteleme kendini, açma aramızı, en küçük kımıltılarda bile, keendi çaresizliğine yakalanırsın sonra! yeni bir yüz kazanacak gece, içimde ölür, aklını çıldırtan bütün şiirler, gel! yaşadıkların hiçbirşey, yaşayacaklarını vaat ediyorum sana, bütün nehirler benden doğuyor ve benim denizlerime dökülüyor. kimseler sevmeyecek, bir daha böyle seni unutma!

içimize sınırsız bir özgürlük gibi yerleşmiş sevgim zorluyor bütün çizgileri, etimi zorluyor, öfkemi, canımı ve beynimi zorluyor, deliyor beni akıp gidiyor içimden hayata, çoğalıyor bak, yakındır tufan, seni de alacak içine!

ah sevilmek çok hoş, sevilmek istiyorum, sevmekten yoruldum biliyor musun? sevilmek istiyorum... O'nun tarafından sevilmek...sevmiyor mu beni dersin? hayır inanamam buna, haksızlık bu... biliyor musun, yalnızca o benim gibi sevmeyi bilmiyor hepsi bu...yoksa O'nun sevgisinin ufkunda sonsuzum ben, coşkularında en uç noktayım. kendi ölçüleri içinde seviyor beni, yadsır mıyım hiç?


bütün yeni doğmuş gün ışıklarını postalayacağım sana bu sabah.. ellerimi verdim onlara..benden önce bursada olacaklar, tutar mısın? benim olurlarım ve olmazlarım vuruşuyor şimdi yüreğimde. bu savaştan içimde sağ kalan çiçekleri sana getireceğim... içime senin yokluğunu onarıyorum ve yüreğimdeki o dev anıtın kayalaşmış taşlarını tek tek söküyorum artık... olacakları bilmenin silahlanması mı bu dersin??? çok özledim seni....

çatısı dün gece kadardı gökyüzüm seninleyken... ve bu sabah çatısı sen kadar bir gökyüzüm oldu...ne bir gündüzün paltosuydu ne de bir gecenin çıplaklığına örtü... herşey yarı giyinik...sözler, davranışlar, bakışlar, hiçbirşey dün geceki kadar çıplak değildi...
bu sabahı ne kadar zamandır bekliyordum oysa bir bilsen sevgilim. sana uyanılmış bir sabaha duyduğum özlemi bile yok edecek kadar unutulmuş bir düştü bu... ve sana, senin göğsüne, çıplak teninin sıcaklığına, kokuna, öpüşlerimizin ağzımda bıraktığı o dudaklarımı kurutan, dilimdeki kavruk lezzete ve onca içkinin kan tadındaki pasına uyandım. gece bitmişti!
hayır düşleyemediğim sabah bu değildi ve artık geceyi oynar gibi dönüşemedik günışığına... ve günlük hayat... hiçbir sınırı geçmeden, hiçbir şiirin tek satırını bile yaşamadan düşler ülkeinden sabaha. düzyazı bile olamadık... ne yazık! ah sevgilim söyleyemdim sana bunları...
bütün gece hep bir an arıyordum. o milyonlarca güzel an içinde sadece bir an, adını koyamadığım bir an. bütün anların içinde sonsuzu bulmuş tek an hangi sınırsızlıkta yakalayacaktı ki beni ölem? hayır, yaşadık! bütün bir gecenin, onca şiirin, şarkının, içkinin, konuşmanın, tenin, sevginin hakkını vererek yaşadık ve kendimize haksızlık ettik. oysa dün gece, dedim yazılmış, çok özenilmiş bir geceydi, hatasızdı... değer miydi? sana "sarıl bana, beni öp" diyebilseydim keşke. seninle olmak istiyorum, hiçbirşey umrumda değil diyebilseydim...
ama bunlara hiç gerek yoktu... sen zaten öpecektin beni, öpmeye gelmiştin, öptün... herşey jenerikte akıp gidiyordu. az sonra jenerik bitecekti; ikimiz günler öncesinden ayrı ayrı ve birlikte yazdığımız senaryoyu oynamaya başlayacaktık. bütün dekorlar hazırdı. biz de... belki de hiçbir zaman olmadığımız kadar hazırdık. bütün ayrıntılar oradaydı. unutulmuş hiçbirşey yoktu. ben bir şarkıyı unutmuştum, dünyanın sonu sanıyordum sen gelmeden, rakı içerken çalacaktık ah diyordum, o bile vardı, cebinde... çıkarıp çaldın! kadehler, mezeler, çiçeklerle bir tiyatro dekoru ya da sabun köpüğü amerikan filmlerindeki gibiydi masamız. siyahlar giymiştim, gizemli bir çekiciliğim olsun, senin için nasıl hazırlandığım anlaşılmasın, çok özen gösterdiğim belli olmasın diye...
biliyor musun sadece bir kez doğan hiçbir gün ışığınla öpüşmedi kimseler... rastlamadılar da ondan. ben bu gecenin sabahında onu buluruz sanmıştım. oysa aynı pembeler gelip oturdu çıplak bedenlerimize. aynı maviydi ağlamak. gökkuşağının bütün renklerini taşıyordu sevişmelerimiz. ve başka bir hasadı aldık geceden. bu sabahı...
bak boşuna değildi bizim dışımızdaki bütün ölümler, yanlış anlama, yaşadığıma hiç pişman değilim; çok şükür iyi ki söylemiştim bunu sana. hiç yolculuk etmediğimiz bir rüzgara yakalandık farkında mısın acaba? terli enselerimizdeki ürperiş bu yüzdendi. biliyorduk... dün gece neyi yaşadığımızı biliyorduk işte buydu hesaplayamadığımız...
yıllar sonra bütün özlemleri, sevişmeleri bir geceye, yalnızca tek bir geceye sığdırmak... ve herşeyi dün gece yaşamak zorunda olmak! böyle bir final gerekli miydi buna dayanamıyorum ben. işte haksızlık buydu sevgilim... işte olmayanı oldurmak buydu... düşlerimizde binlerce kez yaşayacağımız onca güzelliği bir gecede öldürmek buydu...
günler öncesinden yırtılmış bir takvim yaprağı. daha o geceden beraber olalım deyip de herşeye ve herkese rağmen bunu göze almaya karar verdiğimiz gün sana açılmıoş bir adam... ve sen bu sunuşun hakkını veren kadın. işte bu deli ediyor beni sevgilim... onca güzellik yaşandıktan sonra şimdi burada kımıltısız oturup, seni düşünürken esrik bir keşkeye dönüşüveriyor. dün gece içmemiz, sevişmemiz, konuşmamız gerektiği, hayata sığdırıldığı için mi yaşadık dersin herşeyi? tıpkı gerdek gecelerinin iki androiti gib miydik?
sadece sabaha kadardı herşey
o gün kadar başlıyordu saatlere denkti bütün vedalaşmalar... geceyi gömdük çay fincanlarımıza. sonra içip sakladık kendi yeraltılarımıza sustuk. gün kadar konuşup, gece kadar uzun sustuk. yalnızca bir öpüş doğdu, dudak kenarında birkaç söz, leke gibi kaldı ayrılığa... yeni bir gün yok ve bu hiç konuşulmadı, biliyorduk bak, gidecektin, gitttiiiinnnnn....
çalınmış bir gecenin bütün ganimetleri şimdi bu odada. güneşin sen uyurken kirpiklerine doğuşunu düşünüyorum. perdenin yeşili, içimin ıssızlığı gibi gerildi sabaha... sen gideli çok uzun oldu... o durgun, o kıpırtısız yüzünün son karesi, kapıya asılı kaldı. yüzlerce sen buradasın... yarım söndürülmüş sigaran, yastıktaki başının çukuru, saçından düşmüş bir tel, çay fincanın...herşeyde yüzlerce dudak, göz, ses izi... bende yüzlerce sen kaldı gene bak..
çiçekler yerdeydi... yarım kalmış kirli kadehinde gecenin tortusu bir resim çizmişti ayrılığa...

23 Aralık 2011 Cuma


çılgınım bugün, aklımı yitirmiş sanıyorlar oysa, çılgınım ve bunu bilincimle yapıyorum; korkuya karşı, hüzne karşı, acıya karşı, ayrılığa karşı yapıyorum bunu...bazı noktaların tek sevinci vardır, ötekiler duyumsanmaz bile...tıpkı diş ağrısı ya da doğum sancısı çeken bir insanın, o anda lumbagolarını, mide ağrılarını farkedemeyeceği ya da sevişme doruklarındaki insanın o birkaç saniyelik yok oluşlarındaki hazda bütün hayati işaretlerin dışında kalması gibi....
işte aklımın takıldığı bu son noktada, çalan bütün telefonlara, sunulan bütün sevgilere, ilgilere, benim adıma verilen kararlara ve gecenin düşlerine bütün kepenklerini kapamış olan ben, tek bir sevinci bekliyorum hâlâ, seni! yarın bekler miyim, bilmiyorum, bilmiyorum hiç, şimdiyi biliyorum şimdiyi, seni, içimin sevincini bekliyorum...beni keskin dişlerinin arasından uzanan helezonlarıyla kıskıvrak benden alıp öteye götüren ve bir iç ezgisiyle başımı döndüren o noktada; işte böyle seni bekleyen ben, inatla hayata büsbütün sususyorum...sen gelmelisin, sen aramalısın beni, sen; bütün kalabalığın karşısına tek başına çıkması gereken sen... içimdeki en büyük ad sen! dindirecek olan da sen... bunun dışında hiçbirşey geri veremez bana sevinci; tam şimdi veremez, bu noktada veremez, istemem... kendimi tecrit etmelerime aldanmıyorum hiç, bu benim isteğim...
susmak, bir yaşam kavramı gibi düğmelerini ilikledi işte şimdi bana, aldandıkları bir örtünüş bu, içimin bütün yolları sana açık, acılarım bundan, onları hiç duyumsamıyorum bile artık, bilmezler nasıl sevdiğimi... ve onca yaşanmışlık boy veriyor sonuma...bütün kapılarımı örtmek istiyorum... kimseleri istemiyorum yanımızda, kimseleri ama kimseleri, ah bunu bile söyleyemiyorum onlara, geliyorlar bak, geliyorlar bana, yeraltılarımı kazmaya, sondajlara geliyorlar sevgilim, durdur onları lütfen, seni bulacaklar bende, söküp alacaklar, durdur onları.... ya öldür beni, ya da çık git beynimden bulmasınlar seni...
biliyorum gelmiyorsun, gelmeyeceksin sen, herşeyden habersiz... ben geliyorum sevgilim... sana benim yolum.......

geliyorlar! içime uzanan uzun bir yolculuğa başlamak için geliyorlar... kaçmam gerek kaçmalıyım... ellerimi tutuyorlar, çoktandır sana dokunmayan buz kesilmiş ellerimi ovuyorlar hep, limonlu ve tuzlu öpüşler bırakıyorlar ellerime, hiç istemediğim... beni sıcak göğüslerine bastırıyorlar durmadan nemli soluklarını duyuyorum yüzümde... bez bebekler gibi sarıyorlar beni, zıbın kesimlerinde açıyorlar kollarımı,sonra düşüveriyor ellerim kucağıma; öyle cansız ellerim; duruşlarıyla cevaplıyor onları, anlamıyorlar. ah bunalıyorum, sevmesinler istiyorum, hiçbirşey istemiyorum artık, bırakın beni! ağlamalarımın hırsızları teselli edecekler beni, alıp götürdüler bütün gözyaşlarımı; kendi gözlerine doldurdular, benim için akıtıyorlar, benim için ağlıyorlar bak! onca yağmacıları hayatımın hepsi burada; bana vermek istiyorlar beni, bende olmayan beni, geri!
ah geliyorlar, geliyorlar işte, penceremin gölgelerini çoğaltıyorlar, yüzlerce kolları olan ahtapotlar gibi sarıyorlar beni...
o bir dergide fotoğraflarını gördüğüm, yüzlerinin haritasındaki onca bunalım, anlaşmazlık, tedirginlik ve korkuyu bastırmak için dudaklarına bol bulamaç takındıkları ham gülüşlerini yanaklarına kadar çekeleyen, kendinde varamadıklarını başkalarında arayan psikolojik danışmanlardan birini mi getirecekler bana dersin? bana psikanalitik yaklaşımlarla yardımcı olacak yumuşacık sesli biri... davranışlarımın anlamını çözmek için hayat hikayemi öğrenmek isteyecek; bütün çok bilmişliği ile konuşturacak beni... ta çocukluk yıllarıma kadar gideceğiz, orada yatanları uyandıracak benimle ve bakalım hangi istasyonda ineceğiz? bakmışsın oturmuş seni anlatıyorum...
neden susuyorum bu kadar, anlayamıyorlar hiç; ben susmanın acemisiyim oysa...susmak mı bu dersin, düşüncenin sessiz çığlıkları mı yoksa?
neyle savaşacaklar şimdi benim topraklarımda, hayatım adına? seninle mi?

22 Aralık 2011 Perşembe


sabah kahvemi içerkenbir şarkı bana çok eski günleri hatırlatıyor... heryerde
birşeyler eski günleri hatırlatıyor zaten... farklı kentlerde yaşayan, farklı zamanlarda uyanan eski dostlarımı düşünüyorum ama sana yazıyorum...
ilk konuşmamızda bile yıllardır tanıdığım insanlara anlatmadığım şeyleri neden sana anlattığımı hâlâ bilemiyorum...neden seni böylesine yakın bulduğumu da, elle tutulur hiçbir neden yokken...
burada, senin bir kış sabahı, herşeyi bizim yerimize başkalarının yaptığı evlerin resimleri gözümün önünden geçerken, genç bir kızla oğlan elele yürürken, dünyanın neresinde olursa olsun sabah kahvelerine bayıldığımı düşünürken ansızın sana "hadi gel, bizi kimsenin tanımadığı bir yere gidelim" demeyeceğimi anlıyorum...
çünkü sanırım hayatında benim varolabileceğim bir zaman ve mekan yok...
tıpkı senin gibi benim de hayatım sonsuz ayrıntıyla, çalan telefonlarla, ertelenen sorumluluklarla, kaçtığım insanlar ve zorunluluklarla dolu... bir de onlarla dolu günleri taşıyabilmek için edindiğim alışkanlıklarla...
senin yüzün bir anda hepsini unutturabilirdi...
beni tanımadığını biliyorum, beni tanımanın birisi için büyük şans olmadığını da...belki de ilk kez, insanı nereye sürükleyeceği bilinmez bu tuhaf ve karmaşık macerayı durdurmak gerektiğini düşünüyorum, asla gerekliliklerle ilgilenmediğim halde.. galiba yaşlanıyorum...
burada çok kısa bir zamanda, birbirimizin öngörüntülerini, düşünülmüş, tasarlanmış sözdizimlerini, ancak tanıyabildiğimiz, zırhlardan henüz kurtulamadığımız, senin bedeninin taşıdığı izleri görmeden, bazı sözcükleri hala açıklamak gerekirken, herbirimizi kuşatan sayısız ayrıntının dünyasından birkaç saat uzaklaşmışken ama yine de onları taşırken, ses geçirmez camların arkasında birini tanımanın, birinin içine girmenin, birinin içinden geçmenin sarsıntılı yolculuğuna hiç çıkmadan yaşanan bu başlangıcı durdurmak, gözlerinden beklenmedik bir anda hüzün geçen bu yabancıyı unutmak....
bak beni mermere dönüştüren senin yokluğun değil, gör onca rengi var ölümün üzerimde... mezarlıklara hep çiçek ekilir bilmez misin.... duydukları acıyı bir rüzgara satmış erkeklerden biri olacağım göreceksin... ve o rüzgar esecek sana, dinginliğini bağışladığım sabahlarda......

ah sevilmek çok hoş, sevilmek istiyorum, sevmekten yoruldum biliyor musun, sevilmek istiyorum...O'nun tarafından sevilmek... sevmiyor mu beni dersin? hayır inanamam buna, haksızlık bu... biliyor musun, yalnızca o benim gibi sevmeyi bilmiyor, hepsi bu....yoksa onun sevgisinin ufkunda sonsuzum ben, coşkularında en uç noktayım...kendi ölçüleri içinde seviyor beni, yadsırmıyım hiç?
kusur bende biliyor musun dostum, benim aşkımın sınırları onun sonsuzluklarına bir başlangıç noktası sselamı gibi..ah, onu çok seviyorum, anla beni ne olur, hiç haketmediği kadar seviyorum, onu yarattığım kadar seviyorum, günahı da benim. ben onda sevmeyi düşediğim, olmasını istediğim kadını seviyorum, onu değil belki de..

hiç tanımadığım kadınlar sevdi belki beni böyle uzaktan... belki de bir otobüsteydi ya da karşıdan karşıya geçiyordum...hiç tanımadığım kadınlar sevdi beni, tanıdıklarımdan daha çok sevdiler belki de, ve hiç sevmediğim kadınlar sevdi beni...
doğmamış bir begonvil pencerenin pervazında, artık hiçbir öpüşün canlandıramayacağı bir ölü kadın dudağı gibi duruyordu...yaya geçidinde bir kadın durmuş el sallıyordu. otobüste bir kadın durmuş el sallıyordu. yerde açılmamış bir mektup vardı. zarfın kenarında bir kadın el sallıyordu...radyoda birileri yosunları anlatıyordu...telefon habire çalıyordu..hayır açmayacaktım...bu sınanmalara gücüm yoktu artık, hayır açmayacaktım, o olsa bile açmayacaktım...bir begonvil daha düştü...oysa radyoda bir şarkı olmalıydı ve bir fotoğraf şu duvarda........

şarkılar bizim için sevişiyor işte... öyle sıradan şarkılar bitirdi bizi belki de ve hep o şarkıyı aramamızdır yalnızlığımız, vebali bizim! biz de bir eski zaman şarkısı olacağız sonra... hep yanlış anlayacaklar ama ne kötü... biz o şarkı değildik rastlamadılar... buz kesen ayrılıklarımızın kardan adamları için yalnızca bir rüzgar sesi olacağız belki de... estiğimizi bilmeyecekler.. şarkılar hiç susmayacak ve ölmeyecek, nafile! ve tüm şarkılar bizim için sevişecek.....

21 Aralık 2011 Çarşamba


bir sonbaharı daha parmaklarımın arasında kırıp, un ufak edip öldürüyorum...bağırmıyor, kızmıyor da... fakat bu kaldırımlar, bu şehir, bu cadde, bu sokaklar, bu çatılarda ölmüş güvercin yavruları, bu sebze pazarı, bu rakı, bu meyhane, feci içerliyor bana... bunu ihanetlerinden anlıyorum... çünkü onlar hayatımın en güzel zamanını bir kısrağın şehvet dolu bakışlarında yaraladığımı bilmiyorlar... çünkü onlar bir rüzgar sertliğiyle parçalandığımı da bilmiyorlar... fakat onlar bilirler ki; ben acımtrak bir dehliz türküsüyümdür... yalnız ayrılıklarda söylenirim... hangi voltalarda bilmem kaçıncı nakaratımdır... güneş kaçıp kaybolur... aydınlığından utanır beni duyunca... çünkü onlar bilirler ki yaralı bir bizon gibi bakar benim gözlerim...her an ölmek üzeredir... sen de öyle bilmez misin? ben işte o kadar sakinim... düşün o kadar.....

aylardır inzivadayım ve aylar süren bir inzivanın, bir kendine gömülüşün böyle nasıl günlere sığıp bozuluşuna akıl sır erdiremiyorum. evet artık bozuldu bu inziva ve yalnızlığım reddedilmiş bir erkek ezilmişliğiyle oturup rakının başına hem içti hem de hüngür hüngür ağladı. ben o yalnızlığa layık olmadığımı düşünüp hüngür hüngür ağladım... yağmur yağıyor...mevsim hayır kış değil...yağmur bize layık olmadığını sanarak oturup ağladı. tanrılar oturup ağladı. çığrından çıkmış bir dönme dolap gibi bütün muhteşemliğimizle bir dev gibi oturup hüngür hüngür ağladık.aforoz edildim...aşk yasak artık bana..bunu bir iyice öğrendim...gece...tuttum duvarda gezen bir böceği öldürdüm... belki seni belki beni; belki de bizi öldürdüm...

bu kez, bu bininci kez yağan yağmuru görmemezlikten, duymamazlıktan geleceğim. sen, sen de gelecek misin? evet tam bininci kez...saydım mı? düşünüyorum, hayır saymadım...komik. sen hiç yağmuru saydın mı? hani bir türlü altında beraber ıslanamadığımız, hep o kaçırdığımız yağmuru...saymadın anladım...sen o vakit belki bir yerlere çentik atıyordun. en son benim adım yazık...bunu biliyorum... hayır bilmek istemiyorum..bininci kez saydığım bu yağmur kadar aldatıcı herşey...ben de feci atıyorum...bininci kezmiş yuh!!!! zaten kaç yaşındasın ki ukala, di mi? bütün sonbaharlar, hatta mevsimler yağmura kesse o vakit olabilir.. ama hiç yaz yok mu? bahar, kış yok mu???????

ne kadar uzun yollardan geçsem, yağmurlar yağsa ıslansam, gebersem iki büklüm yatsam kaldırımlarda, sarhoş olsam sızsam, biriyle sevişmek istesem aniden; kızsan, ağaçların dallarında bulsam leşlerimi, ölümü yanıma alsam o gelmek istemese, bir ateş yaksam içine atlasam, yansam, yansam; korkunç köhne bir ev gibi yıkılsam, beynimi, yüreğimi ve gözlerimi linç etseler kanasam, upuzun yollar olsam, üstümden ağır ağır kamyonlar geçse, ezilsem, bir çocuk sapanıyla avlasa beni kanadım kırılsa; bir kardan adam gibi yaza girerken erisem, acıyla yere yılıksam, bir sürü intihar etsem, biliyorum yine de gelmeyeceksin....

uzak diyarları özlüyorum durup dururken hiç görmediğim halde... uzak köyleri, sahil kasabalarını, damları yıkık evleri ve devrilmiş sokak lambalarını. içimde durmadan bir umut büyüyor çünkü... belki çok uzak ve küçük bir köy bakkalında yarım ekmek arası birşeyler yerken birden senin içeri gireceğini düşünüp gitmek istiyorum. oysa gerçek ortada...gelmeyeceksin sen...


Yalnızlık körüklü bir otobüs gibi. her dönemeçte ardındakini de sürüklüyor... fakat bir tek ben içimde yalnızlıklar büyütürüm..ne kimsenin ardından gider ne de birilerini peşime takarım. kahrolası bir yalnızlığım vardır benim..gelinlikten kopan bir duvak gibi...

16 Aralık 2011 Cuma

masal perisine...


Mutluluğun gökyüzünden dökülen bahar yağmurları kadar bol olsun... o kadar mutlu ol ki; gözlerindeki mutluluk ışığı mutluluğu arayanlara umut ışığı olsun...

İçinde gizli gizli büyüdüğünü fark ettiğin düşlerin var mı? yaşadığını tekrar yaşamak iste misin? uzun zaman hatırlamadığın, bittiğini sandığın geçmiş anılarını hatırladığında, unutmanın mümkün olmadığını kabul edip, meğer ki bütün yaptıklarının, yapacaklarının seni özlemine koşturan bir güç olduğuna inandın mı?
hayallerin, bitmeyen özlemlerin insanı zorluklar karşısında nasıl da kamçıladığını, binbir güçlüğü yenecek gücü verdiğini yaşadın mı hiç? bitmeyen özlemlerin var mı senin? düşlerinin güzelliğinde, gözlerini kapadığında olmasını istediğin dünyayı görebiliyor musun?kapalı gözlerinin içinde gülümserken kendi yarattığın dünyanda göz kapaklarını aralamaktan korkuyor musun?biliyorsun değil mi? o zaman yok olacak yarattığın tüm güzel şeyler...

Senin Düşlerin


hergün birşeylerin peşinden koştum ama, günün akşamında günü sorguya çekemedim. düşlerim havada asılı kaldı. belki de korktum sorular sormaktan kendime. ya senin dğşlerin? sen düşlerine ulaşabildin mi? bitmeyen özlemlerin var mı içinde? huzuru dolu dolu yaşayabiliyor musun içinde? unutuldu sanılan, beklenmedik bir anda külleri dağılıp, ateşe kesiliveren anıların var mı?

Ben Nereye Gidebilirim



Tek kaygım, sıradanlığın içinde yitip kaybolmak. öyle birşeyler yapmalıyım kihergün yaşadığımı hissetmeliyim. bunun için de her gün değişik birşeyler yapabilmeliyim... ama nedir bu? nedir bir insanın hissederek yaşaması? bunca insan nasıl yaşıyor? bu insan selinin içinde kimbilir kaç tanesi mutlu? kaç kişi severek yürüyor bu yolları? yoksa merdivenleri hızlı hızlı yürüyenler mi?
ya ben? ya ben neden böyle ağır ağır çıkıyorum bu basamakları? koşmalı... bir an evvel son basamağa ulaşmalıyım... ya sonra? sonra nereye gideceğim ki? koşarak gidecek bir yerim var mı? nereye gidebilirim ki? ben nereye gidebilirim?
insanını gideceği en son yer neresidir? bir sonu var mıdır bu merdivenlerin? son basamaktayım..ve en son nereye kadar gidebileceğimi düşünüyorum. bunu, bugüne kadar hiç düşünmemiştim. kendimi hiç anlatmadım bugüne kadar doğrusu kendime...düşlerimi bile anlatamadım biliyor musun?

15 Aralık 2011 Perşembe

Seni arıyorum

Bir sonbahar başlıyor sararmış yapraklar içimize dökülürken... Düşler Sokağı bıraktığın gibi... Yeniden anlamlandırılan sözcükler dökülüyor kağıda, bu sekizinci mektup bu gece sana yazılan.
Anılarımı savurdum denize, şairin dediği gibi belleksizim artık, soğuk bir rüzgar üşütüyor kenti. Seni arıyorum. Saçlarını döktüğün masada, bileğime dayadığım bıçak, ayın yüzünü kanatıyor. Yüzüne sığmıyor gözlerin, yolcusun. Gökyüzü daracık, sokak ıssız, yırtık afişlerin üstünde yangın merdivenleri başlıyor. Yerini bulamamış bir nehir köpürüyor akşamın sessizliğine, seni arıyorum. İhanet dediğimiz dostluğun öbür adı, kaçabileceğim o son vahayı da keşfediyorlar. korkuyorum, öyle bir yalnızlığı işliyor iğneler mavi renklere. yeşil oluyor gözlerin, suyun sesinde büyüyen bir titremeyle.. düşler sokağının beyaz kedisi, şarkılar sesiyle atlıyor duvarları.
gittikçe solan bir çiçek bekliyor vazoda, dostluklar ve aşklar ihanetle bitiyor. mendilin kanaması acıdan, ardından gökgürültüsüyle çoğalıyor yağmurlar. şimdi yağmur zamanı. ellerine sığın...çünkü onlar yarını yaratacak güzellikler toplamıdır; senin gerçek aradıklarını sıcaklıklarında büyütürler. yumuk, yumuşak ve incedirler ama güçlü, üretken ve devingen oldukları için bir sevgilinin yakalanamayan soluğuna sığınmak yerine kendi varlıklarıyla koşarlar, taze bir çiğdem dalındaki çiğ tanesine. açılan her taç yaprakta gizlenen ılık kokusu yeni bir yarının müjdecisidir. yarın ellerindedir ve ürkek bir saka kuşu yalnızlığıyla sığınacak bir çatı aramaktadır. koru onu kendi yağmurlarından, o yağmurlar ki ne senin ne de onun düş dünyasında büyüttüğü yabanyemişidir.

tam tersine her yağmur kendi içinde barındırdığı HÜZÜN kadar da romantik uyanışların öyküsüdür ve olmak zorundadır.

artık aç ceplerini... o minicik ellerini değil, ceplerini dolduracak akide şekerleriyle geldim sana... ki onları kendi yalnızlığımın gizemli geçmişinden;sokaklardan ve en büyümüş çocukluğumdan çalarak getirdim. kimbilir, aykırı mevsimlerine bir tadımlık yağmur kokusu olur da, korkunun getirdiği uykusuz sabahlarda çözersin kendi çelişkilerini... şimdi yağmur zamanı; sen yoksun...

dmk saçlarını omuzlarıma çünkü yağmur, çünkü HÜZÜN, çünkü acı ve çünkü öfke... şimdi yağmur zamanı, sür sevinçlerini sevgi dağlarıma.
yağmur dolduruyorum ceplerime, sonbaharda düşler sokağında..yarınlar sahipsiz, kan hışımla doluyor yüreğe...yüreğim çoğul bir HÜZÜN'ü tamamlıyor simsiyah kalem izlerinin yasıyla...birgün düşler sokağında otururken sana yazdığım şiirler kuş olup uçuşacak çevrede... güller olacak masalarda ve o kusursuz aşkın sözleriyle konuşacağız...
gece başlıyor, sonsuzluk takılıyor oltamıza. düşler sokağından geçen bir dolmuşa bindiriyoruz herşeyi. yüreklerimizde büyüyen o yalnızlığın pası sıvanıyor kente, içim sıkılıyor.