26 Aralık 2011 Pazartesi


çatısı dün gece kadardı gökyüzüm seninleyken... ve bu sabah çatısı sen kadar bir gökyüzüm oldu...ne bir gündüzün paltosuydu ne de bir gecenin çıplaklığına örtü... herşey yarı giyinik...sözler, davranışlar, bakışlar, hiçbirşey dün geceki kadar çıplak değildi...
bu sabahı ne kadar zamandır bekliyordum oysa bir bilsen sevgilim. sana uyanılmış bir sabaha duyduğum özlemi bile yok edecek kadar unutulmuş bir düştü bu... ve sana, senin göğsüne, çıplak teninin sıcaklığına, kokuna, öpüşlerimizin ağzımda bıraktığı o dudaklarımı kurutan, dilimdeki kavruk lezzete ve onca içkinin kan tadındaki pasına uyandım. gece bitmişti!
hayır düşleyemediğim sabah bu değildi ve artık geceyi oynar gibi dönüşemedik günışığına... ve günlük hayat... hiçbir sınırı geçmeden, hiçbir şiirin tek satırını bile yaşamadan düşler ülkeinden sabaha. düzyazı bile olamadık... ne yazık! ah sevgilim söyleyemdim sana bunları...
bütün gece hep bir an arıyordum. o milyonlarca güzel an içinde sadece bir an, adını koyamadığım bir an. bütün anların içinde sonsuzu bulmuş tek an hangi sınırsızlıkta yakalayacaktı ki beni ölem? hayır, yaşadık! bütün bir gecenin, onca şiirin, şarkının, içkinin, konuşmanın, tenin, sevginin hakkını vererek yaşadık ve kendimize haksızlık ettik. oysa dün gece, dedim yazılmış, çok özenilmiş bir geceydi, hatasızdı... değer miydi? sana "sarıl bana, beni öp" diyebilseydim keşke. seninle olmak istiyorum, hiçbirşey umrumda değil diyebilseydim...
ama bunlara hiç gerek yoktu... sen zaten öpecektin beni, öpmeye gelmiştin, öptün... herşey jenerikte akıp gidiyordu. az sonra jenerik bitecekti; ikimiz günler öncesinden ayrı ayrı ve birlikte yazdığımız senaryoyu oynamaya başlayacaktık. bütün dekorlar hazırdı. biz de... belki de hiçbir zaman olmadığımız kadar hazırdık. bütün ayrıntılar oradaydı. unutulmuş hiçbirşey yoktu. ben bir şarkıyı unutmuştum, dünyanın sonu sanıyordum sen gelmeden, rakı içerken çalacaktık ah diyordum, o bile vardı, cebinde... çıkarıp çaldın! kadehler, mezeler, çiçeklerle bir tiyatro dekoru ya da sabun köpüğü amerikan filmlerindeki gibiydi masamız. siyahlar giymiştim, gizemli bir çekiciliğim olsun, senin için nasıl hazırlandığım anlaşılmasın, çok özen gösterdiğim belli olmasın diye...
biliyor musun sadece bir kez doğan hiçbir gün ışığınla öpüşmedi kimseler... rastlamadılar da ondan. ben bu gecenin sabahında onu buluruz sanmıştım. oysa aynı pembeler gelip oturdu çıplak bedenlerimize. aynı maviydi ağlamak. gökkuşağının bütün renklerini taşıyordu sevişmelerimiz. ve başka bir hasadı aldık geceden. bu sabahı...
bak boşuna değildi bizim dışımızdaki bütün ölümler, yanlış anlama, yaşadığıma hiç pişman değilim; çok şükür iyi ki söylemiştim bunu sana. hiç yolculuk etmediğimiz bir rüzgara yakalandık farkında mısın acaba? terli enselerimizdeki ürperiş bu yüzdendi. biliyorduk... dün gece neyi yaşadığımızı biliyorduk işte buydu hesaplayamadığımız...
yıllar sonra bütün özlemleri, sevişmeleri bir geceye, yalnızca tek bir geceye sığdırmak... ve herşeyi dün gece yaşamak zorunda olmak! böyle bir final gerekli miydi buna dayanamıyorum ben. işte haksızlık buydu sevgilim... işte olmayanı oldurmak buydu... düşlerimizde binlerce kez yaşayacağımız onca güzelliği bir gecede öldürmek buydu...
günler öncesinden yırtılmış bir takvim yaprağı. daha o geceden beraber olalım deyip de herşeye ve herkese rağmen bunu göze almaya karar verdiğimiz gün sana açılmıoş bir adam... ve sen bu sunuşun hakkını veren kadın. işte bu deli ediyor beni sevgilim... onca güzellik yaşandıktan sonra şimdi burada kımıltısız oturup, seni düşünürken esrik bir keşkeye dönüşüveriyor. dün gece içmemiz, sevişmemiz, konuşmamız gerektiği, hayata sığdırıldığı için mi yaşadık dersin herşeyi? tıpkı gerdek gecelerinin iki androiti gib miydik?
sadece sabaha kadardı herşey
o gün kadar başlıyordu saatlere denkti bütün vedalaşmalar... geceyi gömdük çay fincanlarımıza. sonra içip sakladık kendi yeraltılarımıza sustuk. gün kadar konuşup, gece kadar uzun sustuk. yalnızca bir öpüş doğdu, dudak kenarında birkaç söz, leke gibi kaldı ayrılığa... yeni bir gün yok ve bu hiç konuşulmadı, biliyorduk bak, gidecektin, gitttiiiinnnnn....
çalınmış bir gecenin bütün ganimetleri şimdi bu odada. güneşin sen uyurken kirpiklerine doğuşunu düşünüyorum. perdenin yeşili, içimin ıssızlığı gibi gerildi sabaha... sen gideli çok uzun oldu... o durgun, o kıpırtısız yüzünün son karesi, kapıya asılı kaldı. yüzlerce sen buradasın... yarım söndürülmüş sigaran, yastıktaki başının çukuru, saçından düşmüş bir tel, çay fincanın...herşeyde yüzlerce dudak, göz, ses izi... bende yüzlerce sen kaldı gene bak..
çiçekler yerdeydi... yarım kalmış kirli kadehinde gecenin tortusu bir resim çizmişti ayrılığa...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder